I.Bölüm
II.Bölüm
III.Bölüm
IV.Bölüm
V.Bölüm
VI.Bölüm
ÇAĞDAŞ BiREYSEL VE YÖNLENDiRiCi EĞiTiM SiSTEMi
I.BÖLÜM
EĞİTİMİMİZ VE EĞİTİM SİSTEMLERİMİZ
1. EĞİTİM SİSTEMİMİZE ELEŞTİRİSEL YAKLAŞIM
Ülkemizdeki eğitimin son on yılında ve şu anda “ 1993,1994,1995….. yıllarında uygulanan Kredili Ders Geçme Sistemi” uygulamakta olan eğitim sistemini irdelediğimizde; on yıllık bir zaman diliminde üç değişik eğitim sisteminin uygulandığı acı gerçeği ile karşılaşmaktayız.
Benim ortaokul ve lisede öğrenci olduğum yıllara şöyle bir dönüp, anımsa maya çalışıyorum. O yıllarda “Klasik Sınıf Geçme Sistemi” uygulanıyordu. Öğrencilere göre program yerine, programlara göre öğrencilerin yetiştirilmesini esas alan; bir yapıya sahip olan bu ilkel – çağdışı eğitim sistemi . Uygulamadan kaynaklanan bir çok olumsuzluk ve sorunu beraberinde taşıyordu. Diğer deyişle çağdaş eğitim sitemlerinin gereklerinden biri olan programların öğrencilere göre düzenlenmesi ve ders programlarının ve tüm eğitim koşullarının, eğitilen öğrencilerin hizmetine sunulması gerekirken, hazırlanan programlara göre insan denilen o yüce değerin yetiştirilmesi hedefleniyordu. Bu nedenle de insan unsuru , eğitim sisteminin ve eğitim programlarının kölelerine dönüştürülmeye çalışılıyordu.
Diğer değişle metanın kölelerine, Türk çocuklarının dönüştürülmeye çalışıldığı çağ dışı bir eğitim anlayışı ülkemizde egemen idi. Bütün bu yanlışlıklar ve olumsuzluklar yetmiyormuş gibi; İlkel eğitim sistemlerinin özelliklerinden biri olan, bireylerin yalnız başarı durumlarını dikkate alan, öğrencilerin diğer bireysel ayrıcalıklarını ( İlgi, yetenek ,değerler ,kişilik,istek vb.) özelliklerini dikkate almayan; dersleri sevmese de ilgi ve ihtiyaç duymasa da yetenek ve başarı, ilgi ,istek vb. koşulları uygun olmasa da belirlenen dersleri zorunlu almaları ve bu derslerde başarılı olmaları bekleniyordu. Eğitim-öğretimin temel ilkeleri ve yöntemleri ile çelişen; eşyanın tabiatına bile aykırı olan eğitim sistemindeki yıllarca süregelen bu anlayış nedeniyle , öğrencilerin büyük bir bölümü başarılı olamıyordu. Öğrenciler, başarısız oldukları derslerden bütünleme denilen sınavlara alınıyorlardı. Bir yıl süresince bu derslerden başarılı olamayan öğrencilerin, sınav öncesinde belirli bir süre ders çalışma ile başarılı olmasının beklenmesi gibi öğretim ve mantık ilkeleri ile çelişen düzenlemelere yer veriliyordu.
Dünkü sistemde, öğrenciler için olumsuzluk yaratan en önemli sorun ise öğrencinin ilgi ve yeteneğine uygun olmayan herhangi bir ders/derslerden başarısız olması halinde sınıfta kalmasıydı. (Bu günkü gibi) Bu durumdaki öğrencilere sınıf tekrarı yaptırılıyordu. Yine başarılı olmamaları halinde örgün eğitim dışına atılıyorlardı.
Eğitim teorisyenleri ve akademisyenler ve sözüm onlara ! Ülkemizin deneyimli uzman eğitimcileri olarak belirlenip, seçilen bu üst düzeydeki eğitim ordusunun kurmay heyeti: MEB. Talim Terbiye Kurulu ve Ana Hizmet Birimleri, Danışma Denetim Birimleri, Yardımcı Hizmet Birimleri vb. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Merkez Teşkilatını oluşturan; Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitimde sayılır derecede söz sahibi olan kişiler, kurum ve kuruluş temsilcileri ; kısa sürede ve her zaman uyguladıkları kolaycı , akıldışı, teoriye uyan uygulamada yeri olmayan ve kendi çıkarlarına uygun ama ülke çıkarları ile bağdaşmayan, alışılmış yöntemlerle masa başında bu soruna bir çare bulmakta gecikmediler. Eğitimdeki sihirli reçete, uygulaması başlatıldı.
Sözüm onlara, bu düzenleme öğrencilerin ve velinin mağduriyetine ve ülkenin ekonomik yönden kayıplarına yol açan bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak ve önlemek adına yapılıyordu. Bu amaçla başarısız öğrencilerin başarısız olduğu derslerden, Öğretmenler Kurulu Kararıyla sınıf geçirilmesini gerçekleştiren değişiklik düzenleniyordu.
Bu düzenleme ile öğrenciler, Öğretmenler Kurulu kararıyla sınıflarını geçtiler. Böylece ülkemizin bir eğitim sorunu daha başarı ile çözümlenmiş oldu. Her ne hikmetse başarısızlığın suçlusu ve sorumlusu yanlış olan eğitim sistemi değildi. Sebebi öğrencileri derslerindeki başarısızlık sonucu sınıfta bırakan eğitimcilerdi. Bu eğitsel yaklaşım sebebi ile yapılan düzenlemeler; toplumumuzda çalışmadan, başarılı sayılan, çalışanla, çalışmayanın bir tutulduğu, çalışanların isteğini azaltan, istediklerini kolaylıkla ve karşılık görmeden alabilen sağlıksız kişiliğe sahip bireylerin yetişmesine katkılar sağladı.
Program Merkezli Eğitim Sisteminden kurtulup, öğrencilerin ilgi, yetenek, değerler ve başarı gibi bireysel ayrıcalıklarına göre istedikleri programlara sağlıklı yönelmelerini dikkate alacak, Öğrenci Merkezli bir düzenlemeye gereksinim olduğu düşüncesi ya kimsenin aklına gelmedi. Ya da bu konuda görüşler ileri süren alanında kendini kanıtlamış akademisyenlerin / yöneticilerin ve eğitimcilerin bu görüşlerinin dikkate alınmasına gerek bile duyulmadı.
Ancak program merkezli eğitim sistemlerinde suni düzenlemeler yapmak yeterli görüldü. Öğrencilerin yeteneğine uymayan, zorlanacakları program ve dersleri zorunlu almaları ve sonuç olarak başarısız olmalarının kaçınılmaz olduğu derslerden yeterince öğrenmeden sınıf geçmesini sağlayan bu sistem yerine; bireysel ayrıcalıklarına uygun programlarda, istediği dersleri seçerek, yetenek, motivasyon, başarı, ilgi, öğrenme stili vb. bireysel ayrıcalıkları uygun programlara yönlendirildiklerinde daha başarılı olacakları ve verimli- kaliteli öğretim kadar, iyi bir eğitim alarak, topluma yararlı üretken bireylere dönüşecekleri, öğrenci merkezli bir sisteme geçilmesi düşünülemedi. Ya da ....
Bu düzenleme de bir süre sonra yetersiz kalmış, Öğretmenler Kurulu Kararıyla sınırlı sayıda dersten başarılı kabul edilip, bir üst sınıfa atlatılan bu öğrenciler; ilgili derslerde bir üst sınıfta aynı sorunla karşılaşarak, yine aynı içerikli derslerden başarısız olmuşlardı. Yıl sonunda başarısızlık nedeniyle bütünlemeye kaldıkları derslerin sayısı artmıştır. Ama inkar etmemek ve yiğidin hakkını yiğide vermek gerekirse, bu öğrencilerin eğitsel bazı kazanımları olmuştur. ‘
Çalışmadan, hiç bir alanda başarı bile gösteremeden, yıl sonunda sınıfını kolaylıkla geçebileceği anlayışı ve derslere yeterince çalışmama bilinci yerleşerek, beleşçilik, bedavacık ve hak etmeden alma, bana necilik gibi olumsuz davranışların tohumları atılıp, geleceğimiz olan çocuklarımıza bu davranışlar kazandırılmıştır.
Daha sonra bu yaklaşımın olumsuz ürünlerinin alınmasından kaynaklanan eleştiriler sonucu: Ortaöğretimde yeni bir düzenleme ile başarısız öğrenciler sınıf tekrar etme zorun da ya da okullarından yıllarca mezun olamama durumunda bırakılmışlardır. Sınıf tekrarı yapan öğrenciler ekonomik yönden ülkemize ve halkımıza büyük maddi kayıplar getirmeye başlamışlardır. 16-17 yaşında örgün eğitim dışına yani sokağa atılarak, bu gençlerin uğradığı manevi , psikolojik kayıplar ve zararlarsa hiç düşünülmemiştir !...
Aynı ilgililerce ilköğretim okullarında da, bu soruna kolaycı yaklaşımla çözüm yolu bulundu. Sihirli eğitim sopasına bir defa daha dokunuldu. “ Veli öğrencisinin başarısız olduğu derslerden bir üst sınıfa geçmesini istiyorsa, öğrenci sınıfını geçecekti. ” Bu tarihi çağdaş dokunuş, hem öğrencilerin sınıf tekrarını, hem ekonomimizdeki kaybı önleyecekti. Bu düzenleme ile hem eğitimdeki bu büyük sorun çözümlenmiş hem de eğitim - öğretimdeki verimliliği - kaliteyi ülkemize bu mucizevi dokunuşla bir kez daha kazandırmış olduk.
Eğitim öğretimde verimliliğin - kalitenin savunucusu olan ve siyasi düşünceleri sayesinde kariyer sahibi olan; eğitimimizin tepesindeki ve bizleri at gözlüğünün arkasından yönlendirmeyi alışkanlığa dönüştürmüş , Bu Kişilere ! Ülkemizin eğitim - öğretim alanında gelişmelerine bu zararsız katkılarından dolayı teşekkürü bir borç biliyorum. MEB. Merkez ve Taşra Teşkilatlarında görev alarak uygulamaları ile bize ve eğitimimize yıllarca yön veren; Bu Eğitim Yöneticileri ! Memleketimize yaptıkları bu hizmetlerden, vicdanları bile sızlamadan kariyer ve makam uğruna çocuklarımızı, gençlerimizi, kısaca geleceğimizi kolayca harcamışlardır. Çocuklarımıza, gençlerimize, ülkemiz eğitimine yaptıkları bu yararlı hizmetlerden dolayı, kolaylıkla kariyer sahibi olmuşlar ve ödüllendirilerek; daha üst makamlara terfi ettirilmişlerdir. Ülkelerine, ülkesinin gençlerine verdikleri zararlardan yüzleri bile kızarmadan, olgunluk ve huzur içerisinde; her siyasi dönemde Milli Eğitim Bakanlığında Bakanlarının bile değişmesine karşı yerlerini koruma, hatta yükselme becerisini göstermiş bu becerikli ve kurnaz insanları kutlamak gerekir!...
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ ün Gençliğe Hitabesinde ki “ Dahili düşmanları “ bir defa daha anımsamamamız mümkün mü ?
Ama taşrada uygulamayı yapan ‘Her kademe ve düzeydeki okul ve kurumların, her düzeydeki Yöneticileri, Müdür ve yardımcıları “ eğitimciler, öğrenciler ve veliler ne gibi sıkıntılar yaşamış ne gibi sorunlarla baş başa kalmış ve eğitimimiz bu düzenlemelerden ne gibi yaralar almış, bütün bunlar önemli değildi. Düşünmeye bile değmezdi. Görüşü hep egemen kılınmıştır. İlgililerce düzenlenip çıkarılan Kanunlar,Tüzükler, Yönetmelikler, Yönergeler, hele, hele bunlar da yetmezmiş gibi Kanun Hükmünde Kararnameler ve sürekli çıkarılan genelgelerle yapılan düzenlemeler gereği ; Eğitimin uygulama işlevini yürüten, taşradaki her kademedeki yönetici, eğitimci ve uzmanların; yıllarca uygulama kaynaklı sıkıntılar yaşamalarına neden olmuştur. Bu da yetmiyormuş gibi sık, sık değiştirilen eğitim yöneticilerinin, görevlerine başlayıncaya kadar çıkarılan genelgelerle neyi uygulayacaklarını şaşırmaları vb. sorunlar yaşanmıştır.
Teoride uygulanabilecek gibi düşünülen, ancak ülkemiz ve bölgelerimiz gerçekleri dikkate alındığında, uygulama düzeyi düşük olan bu düzenlemeler, uygulamayı yapan uzman eğitimcilerin bile, elini -kolunu bağladığı için çaresiz kalmışlardır. Masa başında da hazırlanmış olsa, ( MEB Yetkililerinin, bu kararları ) bu düzenlemelerin yasal olması ve uygulamayı yapanların, sorumluluğunun çok, yetkisinin az ve çok sınırlı olması nedeni ile onları zora soktuğu ve düzenleme yapamamaktan çaresiz duruma düştükleri ise hiç düşünülmemiştir.
Sonuçta, çok nitelikli ve üretken yöneticiler itiraz etseler bile, bir sonuç alamayacakları durumlarla yıllarca baş başa bırakılmışlar, sürülmüşler,görevlerinden alınmışlardır.
Alanında yeterli ve deneyimli bir yönetici çok kolay yetişiyordu ya ! Herkes yöneticilik vasfı ile doğduğu için bu özellik herkeste bulunuyordu ya! O günleri yaşayanlar çok iyi bilirler .....
Eğitim sistemimizde bu düzenlemeler yapılırken, eğitimde asıl söz sahibi olması gereken her kademedeki eğitimcilerin, (Yönetici ve Öğretmenlerin) ve eğitilenlerin (öğrencilerin) görüşlerinin bile alınmasına gerek duyulmamıştır. Çünkü eğitimciler istenilen şekilde eğitmek, öğrenciler ise kendi yeteneklerine uysa da uymasa da , işlerini yarasa da yaramasa da öğrenmek zorundadır. Onlar ise uzaktan yönetirler!.. Yönetmek , bilinmeyeni, görünmeyeni ve yaşanmayanı uzaktan kumanda ile yönetmek; ancak ve ancak onların işidir...
‘Orada bir köy var uzakta. Görmesek de, gitmesek de, o köy bizim köyümüzdür. ‘ O köy bizim köyümüz olduğuna göre , kendi köyümüzü en iyi biz biliriz en iyi biz yönetiriz...
Anlayışı ülkemizin geçmişinde hep egemen olmuştur!..Olmaktadır!..Olmalımıdır !.. Geleceğimizin teminatı yeni nesil ! Eğitim sistemimizde bu düzenlemeler, o yıllardaki ülkemiz eğitim-öğretimine neler kazandırmıştı . Kısaca birlikte anımsayıp, irdelemeye ne dersiniz...
Artık öğrenciler velisinin isteği ile sınıf tekrarı yapmaktan kurtulmuştu. Bu yolla ekonomimizdeki kayıplar önlenerek, ekonomimiz canlanmıştı. Yeteneği olmasa da “ Matematik derslerinde dört temel işlemi kullanma yeteneğini kavrayan, kolaylıkla problemleri çözebilen, Türkçe’ yi yani ana dilini iyi kullanabilen, okuduklarını kolaylıkla kavrayıp, anlayabilen , yazı ve sözle ifade edebilen , yerine göre imla kurallarını ve noktalama işaretlerini doğru kullanabilen vb. bilgileri özümlemiş ; Matematik dersinden eşya, sayı, şekil ve dört temel işlem bilgisini kazanmış, ilgili alıştırma ve problemleri çözebilen öğrenciler yetiştirmek” değil, yetiştirmemek amacı; kısacası Milli Eğitim ve Ders Programlarına konulduğu halde, yetiştirmeme hedeflerimiz gerçekleştirilmişti.
Eğitim sisteminin bu yapısı gereği, eğitimciler yıllarca kazanmış oldukları prestij ve saygınlıklarını kaybetmişlerdir. Daha sonra sistemde düzenlemelere gidilerek, iyimser amaçlı üretilen bazı projelere bile sıcak bakamamışlar, çağdaş gelişmelere uygun hazırlanan araç-gereç ve projelere bana necilik anlayışının egemen olması nedeniyle; bazı öz verili eğitimciler dışındaki büyük bölümü destek vermemişlerdir. Diğer değişle sistemin yapısı sistem içindekileri de olumsuz etkileyerek, eğitimin nitelik ve kalite yönünden düşüşüne zemin hazırlamıştır.
Eğitim sisteminde kalitenin arttırılmasını amaçlayan ve bazı iyi niyetli akademisyenlerce hazırlanan çağdaş projeler, gerek çağdışı kalmış eğitim sisteminin gerekse çalışanının da çalışmayanın da bir tutulduğu, hatta çalışmayanların ve suya sabuna dokunmayanların, siyasi düşüncelerini eğitime alet eden eğitimcilerin ödüllendirildiği bu yapı içinde; salla başını al maaşını, bana neci anlayışlar egemen olmuştur. Bu anlayışın ürünü olarak, iyimser hazırlanmış yararlı projelere bile sıcak bakılamamıştır.
Ülkelerin kalkınmışlık düzeylerinin belirlenmesindeki unsurlardan biri olan ve çok önemsememiz gereken, Ön Eğitim ve Okul Öncesi Eğitimde bile, Türk Dilimizi, doğru ve güzel konuşma becerileri yeterince kazandırıldığı için artık İngilizce (Yabancı Dille) öğretim İlköğretim de bile yapılabilirdi. ( Ancak burada Yabancı Dil öğrenme yaşının küçük yaşlarda başladığı, etkili bir yabancı dil öğrenmenin öncelikli kendi dilini öğrenmesinden geçeceği, bu alanda yeteneği olan öğrencilere erken yaşlarda öğretilmesi gerektiğinin, bilinen bir gerçeklik olduğudur. Ancak İlköğretimde Türkçe’yi Türk Dilini tam öğrenmeden bu dersin seçmeli öğretiminin yapılması daha uygun olacaktır. Yanlış anlaşılmaları önlemek için bu açıklamayı yapmaya gereksinim duydum.)
Hatta Yabancı Dil Öğretimine gereksinimiz bile yoktur..! Caddelere çıkıp, işyeri tabelalarını, gençlerimizin kendi aralarındaki konuşma ve takılmalarını belirli bir süre gözlemlersek; ülkemizin yabancı dil eğitiminde ne kadar geliştiğini ve millet olarak yapımız gereği yabancı dillere karşı hep sempati duymamız sonucu, ne derecede kültür birikimine sahip olduğumuz ortadadır. Caddelerde, sokaklarda bir an için kendinizi Avrupa şehirlerinin birinde sanabilirsiniz!..
Atatürk ‘ün miras bıraktığı Türk Dil Kurumu üyeleri kendileriyle ne kadar gurur duysalar yeridir ! Türk Dili Edebiyatı müfredat programlarının hazırlanmasında ya da Talim Terbiye Kurulunda yetkiliniz ya da yetkiniz mi yoktur ? Şayet yoksa, sözümü geri alıyorum.
Oysa eğitim-öğretim alanında son yıllarda çağdaş yöntemler, projeler uygulanmaya başlamıştı . Ama Türkiye’mizde yaşayan insanlar ana dilleri ile temel kuralları yazı ve sözle tam olarak ifade etmeden, ikinci bir dili nasıl öğrenecekti. Bu nasıl bir görüş ve mantıktı. Doğrusu anlayamıyorum. Anlamak bile istemiyorum. Buradan sakın ha yabancı dilin önemine inanmıyor. Anlamı çıkarılmasın, yabancı dil öğrenilsin. Fakat istekli olan öğrensin. Ya da alanında kendini geliştirmek isteyen, kariyer yapmak, bilim adamı olmak isteyen ya da seçtiği meslekle ilişkili olanlar öğrensin. Diğer değişle ikinci, üçüncü ya da dördüncü diller istekli olanların öğrenimine açık olmalıdır. Kısaca hangi yabancı dil olursa olsun belirli koşullarda zorunlu olsa bile, başlangıçta ve bazı alanlarda mutlaka seçmeli olmasında yarar vardır. Günümüzde düşündüğü ve yaşadığı ana dilini tam anlamı ile sözlü ve yazılı olarak doğru şekilde kullanmadan, yabancı dil öğrenimine ağırlık verilmeye çalışılması zaten bir çelişkidir!..
Tüm bunların sonucunda, ülkemizde ana dili eğitimi önemsenmeden yabancı dil eğitimi verilmesi , yukarıda sayılan temel öğretim becerilerinden yoksun fakat bir o kadar yetersiz, bir yabancı dil kültürü zengini, lümpen bir nesil yetiştirilmesini sağlamıştı. Bu bir çelişkidir... Bununla da kalınmayarak, okul yaşamından başlanarak hazırcı, bedavacı ve kısa sürede köşe dönmeciliği kendine amaç edinen, onlardan gurur duyacağımız, diplomalı işsizler ordusundan oluşan yepyeni bir neslin temelleri atılmıştı. Kutlamak lazımdır bu kişileri!.. Gurur duyulacak eserlerinden dolayı!..
‘Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. ‘
Bu gün 1984 –85 Eğitim –öğretim yılının soğuk bir kış günü eğitim sistemimizdeki bu olumsuzlukları Bingöl ilinde görev yaptığım bir dağ köyünde (Güngören köyü) havanın çok soğuk olması, eğitim sistemimizin soğuk ve sevimsiz yüzünü tekrar düşüncelerimde canlandırıp satırlarıma dökmeme vesile oldu. Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş-gelişmiş ülkeler seviyesini yakalayabilmemiz, bu koşullarda hiçte mümkün görünmüyor ve hayal gibi geliyordu. O halde ülkemizin kalkınıp, gelişmesi müreffeh ve çağdaş ülkeler seviyesine gelebilmesi için tüm bireylerin her alanda nitelikli eğitilmesine gereksinim bulunmaktaydı. Bu günün eğitim sisteminin ise bunu karşılamaktan çok uzak olduğunu düşündüm... düşündüm ... Eserime ülkemizin bir eğitim neferi olarak, bu notları düşmeyi görev saydım...
Atatürk ‘ün Genç Cumhuriyetimizin ilk yıllarında düşlediği Eğitim Sistemi böyle mi olacaktı ? Sağ olsunlar, eğitimimizi bu hale getirenler... Var olsunlar eğitimimize gayri milli hasıladan yüksek oranlarda pay ayıranlar ...
Halen uygulanmakta olan bu eğitim dizgecinin ( sisteminin) gereği; sanki çocuklarımız ve gençlerimiz çok iyi eğitim koşullarında, çağdaş yöntemlerle, kaliteli bir eğitim almışlar gibi düşünülüyordu. Diğer değişle sanki sınavsız bir eğitim sisteminde öğrenciler bireysel farklılıkları dikkate alınıp, ilgi , yetenek ve isteklerine uygun yönlendirme ile programlara geçişlerin düzenlendiği okullarda, öğrenci merkezli bir eğitim sistemi uygulamasında, en iyi ve çağdaş araç, gereç, derslik, atölye, laboratuar vb. eğitim koşullarında eşit şekilde yararlanarak yetiştirilmişler gibi düşünülüyordu. Üst öğrenim programına sınavla geçiş sistemi ile yeterli sayıdaki kontenjanlara öğrenci yönlendirmek için bu öğrenciler arasından en iyi, en başarılı ve mükemmel yetiştirilmiş olan öğrencileri belirlemek amacı ile seçmeler yapmayı planlamışlardı. Yapılacak çeşitli sınavlarla Ortaöğretim ve Yükseköğretim Programlarına yönlendirilmeleri sağlanıyordu.
Bu ülkemiz Eğitim Tarihinde, eşitsizliklerle dolu, eleyiciliği sağlayan, insanlarımızı yaralayan; sonu gelmez, sınav maratonunun başlangıcıydı!....
Bilimsel gerçeklikle ilgisi bulunmayan eğitim sistemimizde yalnız ağırlıklı başarı testi veya öğrencilerin başarı durumu dikkate alınarak, ayrışan ve her bakımdan eşit eğitim almayan ya da eğitimde değişik olanaklarda yararlanan ve daha da önemlisi bireysel özellikler dikkate alınmadan, uygun koşullar sağlanmadan yetiştirilen; farklı, farklı liselerden mezun olarak, farklı eğitim olanaklarından yararlanarak yetişmiş; daha yetenekli, daha zeki ve bunun doğal sonucu daha başarılı öğrencilere, uygulanan ders programlarının özdeşi programlar da, tüm öğrencilerin yetiştirilmelerinin beklenmesi eğitimin doğasını aykırı bir uygulamadır. Sanki bütün bu düzenlemeler yetmezmiş gibi, farklı, farklı koşullarda yetiştirilen bütün bu öğrencilerin; aynı bulvarda yapılan bir yarışta ( Sınavlarla ) başarılı olacağı beklentisi içine giriliyordu.Sanki başarılı olanlar belirsizmiş gibi aralarından başarı göstereceklerin belirlenmesi sağlanıyordu. Böyle bir beklenti ve düzenleme ütopya değil de nedir!..
Sonucu başlangıçtan belli olan bir şeyin, tekrar belirlenmeye çalışılması hayal olduğu kadar, aldatmacadır !.. Uyutmacadır !..
Bu konuyu bir örnek pekiştirmek istiyorum. Her yaş grubundaki çocuklarımıza, 100 metreyi koşturup, arasından bu yarışmanın galiplerini ve mağluplarını belirlemek istiyoruz. Yarışa katılacak çocukların yaş, cinsiyet, fiziki özellikler ,yararlanılan olanaklar vb. tüm koşulları benzer olan çocukların belirlenip, yapılan yarışla bunlar arasından en iyi koşanı belirlemek gerekiyor. Ancak biz, öğle bir yol seçiyoruz ki !..
Bu günkü eğitim sistemimiz yapı olarak, bana ünlü yazar ve eğitimci Dolbear ‘ın “ Hayvanlar Aleminde Eğitim “ adlı eserini anımsattı.
“Bileceğiniz gibi tufan öncesi çağlarda, Hayvanlar Aleminde bütün, köpeklerin, aslanların,tavşanların, yılanların, kaplumbağaların, balıkların, kuşların vb. tüm hayvanların; kısacası sürüngenler, uçan hayvanlar, yüzen hayvanlar, memeliler, tırmanıcılar vb. her tür hayvanın bulunduğu Geliştirme Okulu denilen bir okul vardı. Bu okulda verilen eğitim anlayışına göre en üstün hayvan :Her şeyi aynı derecede iyi yapan hayvandı. Eğer bir hayvanın bacakları kısa fakat kanatları güçlü ise bu hayvanın bütün çabasını ve dikkatini koşma üzerinde toplaması gerekiyordu. Bu nedenle, Ördeğe yüzmeyi bir tarafa bırakıp, paytak değil düzgün yürümeye zorladılar. Kartal koşma çalışmaları yapmak zorundaydı. Gerek kendi esenlikleri gerekse toplumun esenliği için fertlerin gelişmeleri birbirine benzer olmalıydı. Bu kurala uygun davranamayan hayvanların türlü yollarla şerefleri kırılıyor, küçük düşürülüyorlardı. Dar kafalı uçucular diye alay ediliyorlardı. Önceden tespit edilen hızla koşamayan, yürüyemeyen, uçamayan, yüzemeyen, kemiremeyen, tırmanamayan hiçbir hayvan bu okuldan diploma alamıyordu. Kartal, kemirgenler kadar kemirmeyi, yük hayvanları gibi yük taşımayı, balıklar gibi yüzmeyi, aslan kadar pençesini kullanmayı , tavşan gibi koşmayı vb. davranışları kazanmak, diğer değişle okulun istediği davranışları en iyi şekilde öğrenmek için öğle çaba harcıyordu ki. Geçen süreç içinde uçmaya süre ayıramadığı için uçma kasları tembelleşerek uçmayı unutmuştu. İstemediği ve yetersiz olduğu davranışları öğrenmek için gösterdiği tüm çabalara rağmen istenilen şekilde öğrenme bir yana öğlesine kötü muamele görüyordu ki başlangıçta okulu sevmemeye ve kaçmaya, daha sonra da okul fobisi yaşayarak, dayanamayıp okulu bırakmak zorunda kalmıştı !..”
Bizim mevcut eğitim sistemi de model olarak bu sistemi benimsemiş ve almış görülüyor. Hayvanlar Cumhuriyetinde ki eğitimden farklı, ayrıcalıklı ve üstün yönümüz ise sınav dediğimiz eleyici, insanları psikolojik yaralayan yönü ile öğrencileri üst eğitim programlarına yönelten yapısıdır. Ancak sınavların öğrencileri yarış atı konumuna getirerek maratona benzemesi öğrenci üzerinde olumlu etkiler kazandıracağı yerde öğrencide iz bırakan olumsuz etkiler yaratacağı hiç düşünülmemiştir. Ancak sanırım bizi hayvanlardan ayıran farklı bir yönümüz var ya!.. Sanırım bu yönümüz hiç dikkate alınmadan bizim eğitim sistemimizin düzenlenmiş!..
Çünkü eğitim sistemimiz derinliğine irdelendiğinde, “ Hayvanlar Aleminde Eğitim “ den farklı bir yönü bulunmadığı gibi, Hayvanlar Aleminde, zarara uğrayanların hayvanlar olması, bizim eğitimimizde ise canlıların en kutsalı en değerlisi olan insanlar, üstelik bizim çocuklarımız, gençlerimiz, yarınlarımız ve geleceklerimiz olmaları düşündürücüdür!..
Deneyimli eğitimciler çok iyi bilirler. Bazı öğrenciler yetersiz olduğu alanlarda ilgili derslere ilgi göstermezler. Tüm çabalara rağmen belirli bir seviyenin üstüne çıkamadığı gibi sürekli başarısızlığa uğraması o derse ve öğretmenine karşı antipati geliştirmesini sağlar. O ders kendisine işkence gibi gelir ve kişiliğini de olumsuz etkiler.Bu nedenle öğrencilerimizin her alanda başarılı olmasını beklememeliyiz. Her öğrencinin güçlü, zayıf, çok zayıf ve çok güçlü yönleri kısaca farklı bireysel özellikleri olduğunu unutmamalıyız ve eğitimde bu farklılıkları dikkate alarak zayıf yönleri seviyelerine ve özelliklerine uygun geliştirmeye zorlamadan çalışırken, üstün yönlerinde uzmanlaştırarak üretken ve verimli bireylere dönüşmelerine katkıda bulunmalıyız.
Bizim eğitim sisteminin düzenlemesinden, daha ağırlıklı uygulamasında; çocuklarımızın yaşlarına uygun fizyolojik, duyuşsal, sosyal, psiko-motor, psikolojik, bilişsel, kişisel vb. özelliklerine, tıpkı hayvanlar alemindeki olduğu gibi farklılıklara kulaklarını tıkayanlar...Yıllardan beri uygulanan ve bir çok olumsuz sonuçları ortaya çıkan, program merkezli eğitim sisteminde neden direniyorlar !..
Belirlenmiş olan, aynı programlarda öğrencilerin bireysel özelliği ne olursa olsun başarılı olmalarını çağdışı disiplin önlemleri ile gerçekleştirmeye çalışıyorlar !..
Bireylerin eğitim sistemlerinin gereği, aldıkları eğitim biçimlerinin öğrenciler üzerindeki etkilerini psikolojik açıdan irdelediğimizde: Bireyler yaşamları süresince zorlamalar, baskılar,umutsuzluklar,düş kırıklıkları,motive olamama ve başaramama vb. olumsuzlukları yaşamışlar ise kısacası olumsuzluk yaşam biçimine dönüşmüşse; bu yaşamlarında mutlu olmamalarına, sevgiye susamış olmalarına, kendilerinden ve her şeyden nefret etmeleri sonucunda; yaşamlarında sürekli nefreti, yıkıcılığı, yıkımı tercih etme durumunda bırakılmış olurlar. Bu birey yaşamda hep başarısız oluyorsa, yaşamı zorlanmalara ve acı içinde geçiyorsa, etkinliklere ,insani duygulara, üretkenliğe yönelemez. Güçsüzlükten kaynaklanan, kötülüyü, yok etmeyi ve şiddete seçecektir. Birey olarak üretkenliğin zıttı tüketen, iyiyi yok eden, ortadan kaldıran, başkalarına zarar vermekten mutluluk duyan ( Sadist) hatta kendi benliğine de ( Mazoşist ) zararlar veren sağlıksız bir kişiliğe sahip olacaktır.
Bireyler sıcak ve sevgi dolu bir ortamda ve koşullarda büyüyüp, yaşıyorlarsa; kendini seven, güven ve öz güveni gelişmiş, yaşamı sever, herkesi sever,kendisi kadar herkesin mutluluğunu ister. Bu insan kötülük düşünemez, bu insan kimseye zarar veremez, yıkıcılık, yok etmek, tutsaklık , alıkoymak ve tüketicilik yerine; barışı , dostluğu, özgürlüğü, yaşamı, bağımsızlığı ve üretmeyi seçer.
Kendine güveni ve öz güveni gelişmiş birey, yaşamında tüm insanlara güvenmeyi; sevgi ortamında büyüyen birey, kendini sevmeyi diğer insanları sevip, saymayı, onlara değer vermeyi; olumsuz koşulların, zorlanmaların, baskının, şiddetin, dayağın girdabında boğulmayan birey, kötümser, yıkıcı, hep başarısız olamaz, kötülük ve yıkım düşünemez. İnsanların ve kendinin her şeyin en iyisine layık olduğunu düşünür,üretir,paylaşır. Bu birey üretken,verimli ve sağlıklı bir kişiliğe sahip olacaktır.
Siyasi ve dini bazı liderler, tarih boyunca sağlıksız kişilikli insanların bu psikolojik durumlarını bildikleri için hep onlardan yararlanmışlardır.Bazen olumsuz modeller olarak, bazen onlardan yararlanmak için bazı düşmanlarca tehdit ediliyoruz diyerek, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak kalmasını, tepkisel düşmanlıklar yaratırlar. Bilindiği gibi tepkisel şiddet durumu,bilinçsiz saldırganlık ve yıkıcılık yaratır.Sağlıksız kişiliğe sahip bireylerin duygularını etkileyerek, başkalarının yaşamlarını, özgürlüklerini koruyamamaları sonucu, uğradıkları zorlanmalar, haksızlıklar, baskılar ve başarısızlıkların düş kırıklığı yaşamdan nefret etmelerine, kendi yaşamlarının da tehlikede olduğunu hissederek, kendilerini savunmak için yıkımı , terörü, savaşı ve ölümü seçmelerine zemin hazırlamış olurlar. Bu tepkisel şiddet davranışları birileri tarafından engellenmeye çalışıldığında, düşmanca tutum ve davranışlarda artış olur ve bu kişilere yönelir.
Bizim eğitim sistemimiz, öğrencilerin bireysel ayrıcalıklarını dikkate almadan, belirlenen programlarda öğrencilerin ihtiyaçlarını ve isteklerini dikkate almadan, dersleri çağdaş araç-gereçlerden yararlanarak, öğrencileri güdüleme, istek yaratma ve motive etmeden yosun ve çağdışı öğretim yöntemlerini uygulayarak,baskı ile zorlama ile gerekirse sevgi yaptırımı yerine şiddet yaptırımlarına yer vererek, bilgiler işlerine yarasa da yaramasa da öğretilmeye çalışılmaktadır.
Bu çağdışı eğitim anlayışı ile yıllarca kendi belirledikleri programlarda,hedefledikleri davranışları, zorlamalarla, baskıcı yaklaşımlarla; öğrencileri ürkekleştirip, pasif kalmaya yönelterek; başarısız olmalarına, sürekli başarısızlıklar yaşaması sonucu başarısızlık kaygısını geliştirmesine neden olmuşlar, adeta çalışkan bir ulusun fertlerin tembel olmaya teşvik etmişlerdir. Süreç içinde başarısızlığı kaderi gibi algılayıp, Öğrencinin dersten, öğretmenin den hatta okuldan soğumasına yol açan; girişimcilik, değerlilik, güven, özgüven, sağlıklı benlik gibi kişisel özelliklerini zayıflatan, öğretmenle yüz göz olarak, ona karşı sevgi ve saygısını azaltan; daha da önemlisi toplumun üretken bir ferdi olmanın gerektirdiği, bedensel, bilişsel ve duygusal yönlerden sağlıklı, kişilik sahibi, hür ve bilimsel düşünebilen, geniş bir dünya görüşüne sahip, laik, insan haklarına saygılı, Atatürk ilke ve inkılaplarını benimseyen ,topluma karşı sorumluluğu gelişmiş, düşünen, araştıran, soran, sorgulayan, eleştiren, yorumlayan, yapıcı, yaratıcı, paylaşımcı, çağdaş, kendini savunup, kendi kendisi olabilen, iyi bir insan, iyi bir vatandaş; kısaca topluma yararlı ,verimli ve üretken bireyler olarak yetişmesini sağlamaktan çok uzak olan bu eğitim anlayışı hep egemen kılınmıştır. ( Mevcut eğitim sisteminin yapısı ve düzenlenişi, Milli Eğitimimizin belirlenen amaç ve hedeflerini, gerçekleştirmeden yoksun ve uzaktır.)
Bunun gibi bir çok olumsuzlukların yaşandığı tüm eğitimcilerce bilinmesine, önerilerde bulunulmasına rağmen, bu sistemde direnmek ! Bir takıntı değil de nedir...
Yine bugün Üniversite Sınavlarındaki durumu anımsarsak, çeşnisi hiç bir ülkeye nasip olmayan bol çeşitteki liselerimizden mezun olan öğrencilerimiz , farklı özelliklere sahip olmalarına, farklı koşullarda yetiştirilmelerine rağmen; eşitlik adına ! Yönelecekleri programlardaki kontenjanlar ile lise mezunları sayısının fazla olmasından dolayı , eleyicilik adına tüm lise mezunları aynı sınav maratonunda koşturularak , yükseköğretime geçişleri düzenlenmiştir. Sanki başka bir çözüm yolu yok gibi... Sanki herkes mutlaka doktor, öğretmen, hukukçu, mühendis vb. mesleklerin mensubu olacaklar.... Türkiye’de bu meslekler dışında diğer mesleklerdeki insanlara ihtiyacımız yoktur. Ya da öğle mesleklerin lisans programlarından çok sayıda mezun olan bu kişilerin işi hazır ya !..
Sizlerde biliyorsunuz ! Hatta bilinçli olarak yapıyorsunuz! Sizlerin yıllardır ülkemiz üzerinde planlayıp, uyguladığınız oyun bu ! Oyun !..
Eğitime yıllarını vererek,üretken olma, bir işe yarama, kendi işini kurma, kendince istediği gibi yaşama vb. insani hayallerle, hedefini belirleyip yıllarca eğitim gören ve sonuçta tüm hayalleri gerçekleşmediği gibi bir bölümünü de gerçekleştirme olanağı tanınmayarak, sokağa atılıp işsizler ordusuna katılan,yıllarca kişiliğinden, onurundan ve ülke sevgisi ve çıkarlarından ödün vermeyen, ancak adı enayiye çıkan ve açlıktan ağzı kokan bu gençler ne işe yararlar !..
Lise ve Fakültelerden mezun olarak, boşta kalan Diplomalı İşsizlere, Asgari ücretle çalıştırılacak kişilere, Terörist örgüt elamanlarına, Bozuk düzenden yararlanarak beyinleri yıkanacak bölücülere ve kolaylıkla satın alınacak maşalara da ülkemizde ihtiyaç var... Hedef budur ! Bu ihtiyaçlar sürekli yaratılmalıdır !..
Ama bu kötü planlarınız ve emelleriniz kendi ülkenizin çocukları üzerinde mi gerçekleştirilmeliydi ? Hedefiniz onlar mı olmalıydı ? Eğitimin temel amaçlarından biri topluma yararlı bireyler yetiştirmek, değil midir ? Toplumun ihtiyaçlarına uygun insanlar yetiştirmek,yerine kendi çıkarlarına uygun insanlar yetiştirmek. Eğitimde yapılan bu olumsuzlukların, bazı ülkelerin soğuk ya da sıcak harp dönemlerinde uygulamalarını gördüğümüz; sözüm onlara insanlık için, ülke için diyerek, bazı kötü emellerini ve komplekslerini tatmin etmek isteyen kan içici, insanlık düşmanı diktatörlerce yapıldığını bilmiyor musunuz ? Bu ve benzeri durumlar, insan haklarının ihlali değil midir.? İnsanlarımızın çocukluklarından beri özlemlerini gerçekleştirme hayallerini ve hedeflerini yok edenler mi yoksa gençlerimizi bu hale getirenler mi asıl suçlulardır. Ben yine de tüm yapılanları, bilinçsizce ve düşünülmeden yapılmış masumane bir davranış kabul ederek; iyimser düşünmeye çalışıyorum...Bu önemli ve can alıcı konularda bu kadar da iyimserlik sizce yararlı mı? .....
Bu farklı, farklı yapılanmış okullarda eğitim-öğretim gören öğrencileri,aynı sınavla ya da yalnız derslerdeki akademik başarı durumunu dikkate alıp, yöneltmek; yetiştirmeye çalışmak doğru bir davranış mıdır? İnsan olmanın etik kurallarına uygun mudur ? Eğitim Kurumlarında, yetiştirilen bu öğrencilerin arasındaki farklılıklar her ne hikmetse gözden kaçırılıyor ya da bilindiği halde , eleyicilik denilen bu kolaycı yaklaşımlar seçiliyordu. Ama acaba bilinçli mi yapılıyor? Sorusu, ülkemizin çıkarları dikkate alındığında, tüm iyimser bakış açıma rağmen zihnimi meşgul etmeye devam ediyor. Çünkü bu ülke bizim ülkemiz, bu çocuklar bizim çocuklarımız !..
Gelenekçi klasik eğitim sistemlerinde, öğrencilerin ihtiyaçlarına,ilgi ve yeteneklerine uygun olmayan, isteklerine göre yönelmedikleri programları ya da almadıkları dersleri; zorunlu olarak almaları ve başarılı olmaları beklentisi içinde olmanın ya da baskı ile zorlama ve dayakla verilen eğitimin bir fazilet olmadığı Atatürk ‘ün Cumhuriyet’ in kuruluş yıllarda belirtmesine rağmen; yeni eğitim anlayışlarına direnmenin, eskiyi, köhnemişi devam ettirmenin, mantığını bir türlü anlayamıyorum...
Atatürk 1924 ‘de dayak ve klasik eğitimcilikle ilgili olarak,
“Korkutma esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıkça başka itimat da şayan değildir.“ demiştir.
Ülkemizde bugünkü eğitim sisteminin sonucu yaşanan gerçekleri ve sonuçları düşününce tercihimiz nasıl bir eğitim dizgesinden yana olmalıdır...
Dünyadaki tüm eğitimcilerin kabul ettiği, değişmez bir gerçek vardır. Her bireyin doğuştan getirdiği farklı bir potansiyeli vardır. Her bireyde farklı olan bu potansiyel güce kabiliyet diyoruz. Kabiliyetler çevresel faktörlerle şekillenir. Yani bilgiden yararlanma gücü ile orantılı yeniden şekillenerek, yetenekleri oluşturur . İkinci farklılık zihinsel - bilişseldir. ( l Q de denilen zeka ) ilgi, değer, duygu mizaç ve kişilik vb. bir çok farklılıklar bireyden bireye değişir. İşte her bireyde farklı, farklı olan bu özelliklere bireysel farklılıklar diyoruz. Bu farklılıklar her bireyde farklı oranlarda değişiklikler gösterir. Bireyler, kendi koşullarına uygun alanlara yönlendirildiklerinde; hem istekli olurlar. Hem çaba göstererek, başarı kazanırlar. Tersi ise başarısızlık meydana getirir. Ben eğitimimizin bu durumunu “ Hayvanlar Aleminde Eğitim “ benzetmesi ile vurgulamaya çalıştım. Eğitim sistemimizin bu bireysel özellikler dikkate alacak şekilde düzenlenmediği yetmiyormuş gibi, çocuklarımız,gençlerimiz ve onlarla birlikte aynı stresi yaşayan anne-babalar bir de sınav maratonunu gerçeği ile karşı karşıya bırakılmaktadırlar. Yani aşağıda örnek vereceğim, 100 metrelik koşu benzetmesinde olduğu gibi, Çağdışı bir eğitim alan çocuklarımıza, eleyicilik dediğimiz sınav maratonu ile neyi ne kadar öğrendikleri ölçülmeye çalışılarak, ikinci bir bunalım ve kaos yaşatılmaları sağlanarak hayatları onlara zehir edilmektedir..
Ben sınava alınan öğrencilerimizle ilgili ikinci bir benzetme daha yapmak istiyorum. Eğitim sistemimizdeki, Meslek Lisesi mezunları henüz yeni emekleyen bebekler! Genel Lise mezunları iki yaşlarında düşmeden yürüyebilen çocuklar ! Anadolu Liseleri yedi yaşında hızlı koşabilen çocuklar ! Fen Lisesi öğrencileri ise on sekiz yaşında koşu eğitimi almış delikanlılar !
Tüm bu farlı özelliklere sahip olan bireyleri, yüz metreyi koşturup galipleri ve mağlupları belirlemek istiyoruz. Tıpkı Hayvanlar Aleminde Eğitimde olduğu gibi, Kartala balıklar gibi yüzmeyi öğretirken, kemirgenler gibi kemirmeye zorlarken, kartal fizyolojik ve psikolojik zararlar almakla kalmamış, bir süre sonra çok iyi bildiği uçmayı bile unutmuştu. Bizim eğitim sistemimizin üstün tarafı, çocuklarımızın aldıkları eğitim sonunda, yapılan sınavla, mağlupların ve galiplerin belli olduğu bir yarışa alınmalarıdır. Bu yarış öncesi süreçte neyi ne kadar kaybettiklerinin ne önemi var ki !..
Düşünüyorum, düşünüyorum ; bu sistemin yararını anlayamıyorum...
Ama biraz farklı düşünüldüğünde, dershaneler gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Sınavlar sonucu elenen bu öğrencilerin büyük bölümü dershanelere yıllarca yatırım yaparak, üniversitelere girme çabalarına giriştiler. Sınav Stresi ve kaygısı yaşayan, sonuçta Depresyona giren; kendine güveni ve özgüveni sarsılmış, merak güdüsü ve girişimciyi engellenmiş sağlıksız bir neslin temellerinin atılması da en büyük kazançlarımız olmuştur. Sınavı kazanamayanların yıllarca yaptığı maddi masraf bir tarafa, çocukluğunu yaşamadan , ergenliğini yaşamadan, belirlenen programlarda başarılı olmak için hep çaba gösterdiği halde hedeflenen, beklenen ve istenen hedefi yakalayamayan bu bireylerin; o kayıp yıllarını geri getirmek olası mı ? Bu yaştan sonra topluma nasıl kazandırılacağı, yararlı bireyler olarak mı ? Zararlı bireyler olarak mı ? Hiç düşündünüz mü ? Takdir hakkı, siz değerli okuyucularımın...
Kendimce, bu sınav sisteminde, olumsuzlukların çıkması sanki bilinçli olarak düzenlenmişti. Çünkü düşünüldüğünde, sistemdeki bu çarpıklık sürekli siyasi düzenle melere zemin hazırlamıştı. Bu kaçınılmazdı...
Bu aşamada sınavlarda dönen oyunları o yılların gençliği çok iyi bilir. Meslek Liselerine yönelen öğrencilere sözüm onlara eşitliği sağlamak için ek puanlar verilerek; yüksek öğretime geçişleri daha sonra da bunlar üniversite mezunu ihtiyaç olan her kurum da bunları istihdam edelim anlayışı kasıtlı ve bilinçli olarak egemen olmuştur. Oysa ülkemizin ihtiyaçlarına ve istihdam oranına göre program ve kontenjanların oluşturulması çok zor bir iş midir ?
Bu fırsattan yararlanan bazı Meslek Liselerine, İmam ve Hatip olmak üzere adım atan gençler üniversitelere rahatlıkla yöneldiler. İmam ve Hatip olmak, bu alanda yüksek öğretim tamamlamak adına; bu meslekler dışında her mesleğin mensubu olan kişilere dönüşüp; siyasi hükümetlerce atanmaya başladılar .
Burada bir yanlış anlaşılmayı önlemek için bir açıklama yapmaya gereksinim duydum. Yukarıda çarpık eğitim sisteminin bir sonucu olarak karşımıza çıkan ve bu çarpık ve bozuk sistemin olanaklarından yararlanmak dışında hiçbir kötü niyeti olmadığı gibi hiçbir suçu olmadan bu liselerimize yönelen çocuklarımızı suçlamak istemiyorum. Ancak o yılların bir gerçekliği sonucu bu duruma getirilen liselerimizden biri; İmam Hatip Liseleri olduğu için bu liseden örnek verilmiştir. İleride daha sonraki yıllarda, sınırlı lisans programı dışında yükseköğretime geçişleri sağlanamayan Meslek ve Mesleki Teknik Liselerin, ek puanlardaki düzenlemeler ve aldıkları eğitim koşullarının yetersizliğine rağmen aynı sınav maratonunda lisans programlarını göğüsleme çabası içine girerek yıllarca çaba gösteren genel liselerimizin; aynı pastadan pay almak için yaşadıkları olumsuzluklar ve yaşadığı sorunlar gündeme getirilecektir. Bu liselerimizden mezun olup iş bulamayan ya da alanı ile ilgili yükseköğretime (İlahiyat Fakültesi, Eğitim Fakültesi Din-Bilgisi Öğretmenliği gibi) sınavsız geçişleri düzenlenmeyen ya da lisede yöneldiği programla ilgili dikey geçişi düzenlenmeyen öğrenciler, siyasi iktidarlarca çözüm bulma adına yanlış yönlendirilip, bu liselere yönelişi cazibe merkezi haline getirmişlerdir.
Daha sonraki yıllarda ülkemizde ihtiyaç bulunmayan yükseköğretim programlarının kontenjanlarını sınırlamak ya da yeni ihtiyaç duyulan programların oluşturulmaması sonucu, Türkiye ihtiyaçlarının üzerinde mezun veren bu programlar yıllar geçtikçe bir çok sorunu da beraberinde getirmiştir. Bunun sorumlusu bilineceği gibi, hiçbir zaman bu okullarımızdan ya da programlardan mezun olan öğrencilerimiz değildir.Öğrencilerimizi bu hale getirerek mevcut bozuk eğitim sisteminde ısrarla direnenler ve bundan çıkar sağlayan kişiler tek sorumlularıdır....
Çağdaş eğitim sistemlerinde mesleki ve mesleki-teknik eğitime yönelecek olan öğrencilerimiz, bu genel öğrenci sayısının en az % 50-60 ‘ını oluşturmalıdır. Alanı ile ilişkili Yükseköğretim Programlarına sınavsız geçişlerine olanak tanınmalıdır. (İlerde ayrıntılı değineceğim bu konuda, kısaca alanı ile ilgili yalnız ön lisans programlarına değil, lisans programlarına, hatta mevcut lisans programları ile yetinmeyerek alanları ile ilişkili lisans programlarının kapsamı genişletilerek sınavsız geçişleri, alan ortalamaları dikkate alınarak durumlarının uyduğu eğitim komplekslerine geçişleri düzenlenmelidir.)
Bu çağdaş düzenlemelerin geleceğimiz ve ülkemizin kalkınmasındaki önemini görmüyorlar m? Ya da bu konuda görüşler bildirenleri, yapılan araştırmaları ve yazılan eserleri bilmiyorlar mı ? Hepsi biliniyordu. Ancak böyle bir düzenleme yapıldığı takdirde, mevcut iktidar sahipleri, sıkıştıklarında kendi siyasi emellerini gerçekleştirmek için kendilerini yakmadan kullanabilecekleri, hedeflerini gerçekleştirecekleri maşaları nereden bulacaklardı. Dışardan ithal edecek değillerdi ya ! Bu kesimlere sürekli gereksinim duyacak zemini ve koşulları oluşturmaları kendi yaşamlarını sürdürmeleri, kendi iktidarlarını kurmaları için olmazsa olmaz bir zorunluluktu.....
Geçmişte eğitimimizle ilgili Siyasi Eğitim Politikaları hep böyle belirlendi. Her siyasi dönemde kendilerine ihtiyaç duyulacak, gerektiğin de onlardan yararlanılabilecek, manevi gönüllü destek güçler dışında , kendilerine bağımlı olanların sayısına güç katıcı çok sayıda çıkarla bağımlı kesimler ( Maşalar ya da Piyonlar ) için mevcut koşullar oluşturulmuştu.
Bu konuya daha fazla girerek siyaset yapma, kişilik haklarına dokunma endişesini taşıdığımdan biraz daha değinerek sonlandırmayı uygun görüyorum. Bu iktidar olma heveslilerinin, onlardan istedikleri gibi yararlanacakları, destekçi bir grubu arkalarında bularak istedikleri gibi at oynatacakları ve kendilerinin kirli emellerini gerçekleştirmek için adım atıp, sonra özledikleri iktidara taşıyacak her kademeden kendilerine sadık adamları, kulları, köleleri artık vardı. Ancak bu sayı yetersizdi. Çünkü kendi uygulamalarına karşı çıkan aydın ve Atatürkçü kesimler, güçlükler çıkarmaya başlamışlardı. Bu kişiler kölelerini uyandırabilirlerdi ! Bu duruma çözüm bulunmalıydı!..
Legal ya da illegal da olsa!..
Körü körüne her istediklerini yapan yandaşlarını, kendi siyasal kadrolarını ve kendileri ile sürekli çıkar ilişkisi ve bağı içinde bulunabilecek ve bunun karşılığında diyet borcunu her hangi bir şekilde ödeyebilecek kişilerin sayısının arttırılması bir politika haline getirilmeliydi....
Çünkü sorunlar ancak kendi siyasi kadrolarının oluşması ile çözümlenebilirdi. Gerek örgüt militanları, bölücü ve yıkıcılar, etnik kökenliler, aşırı milliyetçi ve şoven unsurlar, gerekse düzeni değiştirme heveslisi yobaz ve şeriatçılara her kapı ardına kadar açılmaya başlandı. Her türlü eğitim olanakları onların hizmetine sunulup, yandaşlarının sayıları arttırıldı. Ancak bazı dürüst kalmış, vatanperver, demokrat ve ilerici ve Atatürkçü eğitimciler ve öğretim görevlileri , onlara ayak bağı oluyorlardı. Bu engelleri de ortadan kaldırıp, kadrolaşıp, yalnız kendi yandaşlarının her zaman Yüksek Lisans, Doktora vb. yapmalarına kolaylık sağlanarak; Bilimin beşiği ve merkezi olması gereken üniversitelerimizde öğretim A ve B siyasi görüşlerinin üyeleri olmanın avantajlı ya da çekişmeli yolu açılıyordu. Bu siyasi kadrolaşma ile ülkemiz koşullarında yeni bir çağ başlıyordu. Geçmişteki sağ ya da sol yapılanmalar yerini farklı yapılanmalara bırakmıştı. ‘ Türkiye’ de Çağ Atlanıyordu.’ Ancak ülkemiz çıkarları göz önüne alındığında; ileri mi, geri mi takdir okuyucularımın...
Bu trajedi! Bu acı ve bir o kadar utanç dolu komedi dramlar ! Yakın çağımızda Atatürk ‘ün tertemiz emanet ettiği ülkemizde oynandı. Bizim kuşaklar çok iyi bilirler...
Çünkü bu oyunlar yakın geçmişte, hatta defalarca ; geçmişin çocukları, gençleri ve bu günün yetişkini üzerinde oynandı!.. Oynandı !.. Her zaman oynanacaktır...
Oysa biz bu oyunları,senaryoları ve filmleri daha öncede izlemiştik.Hatta üniversitelerdeki yapılanmalar gereği rol alıp, yaşamış bir çok sıkıntılar çekmiştik. Demek ki geçmişten hiç dersler çıkaramamışız...
Bu konu ile ilgili bir anımı anlatarak sonlandırmayı düşünürken, ülkemizin siyasi tarihinde önemli roller oynayan büyük bir devlet adamının bir sözünü de anımsatmak istiyorum. “ Dört ayda kavun,karpuz yetişmez ancak öğretmen yetiştiriyorlar.” Her siyasi hükümet iktidara gelişinde, kendi siyasi görüşleri doğrultusunda olan gençleri yıllarca maşa olarak kullanmayı alışkanlıklara dönüştürdükleri için her hükümet oluşlarında hiç okula devam edemeyen ya da bir süre devam etmiş ve ayrılmış yandaşlarını “ Hızlandırılmış Sistemle” Eğitim Enstitülerinden mezun ederek öğretmen olarak atarken, kendi görüşlerine uymayanları okullara bile almadılar. Bu yolla siyasi kutuplaşmalara zemin atılmış oldu. Artık her siyasi iktidar aynı oyunu tekrar, tekrar sahneye koyarak oynar olmuştu.
Eğitim sistemimizde hep bu oyunlar oynanmıştı!.. Oynanıyordu!... Oynanmalı mı !....
Rahmetli Turgut Özal’ın ilk hükümet olduğu yılların sonlarına doğru yaşadığım bir olayı okuyucularıma aktararak, bir çok eğitimcinin anılarını tazelemeyi düşünüyorum. Gaziantep ilinin merkezi liselerinden birinde rehber öğretmen olarak görev yapıyordum. MEB.’ ca Özel Eğitim Müfettiş Yardımcılığı sınavı açılmıştı. İhtiyaç olarak 15 kadro ihdas edilmişti. O yıllardan birkaç yıl önce bu görevlere Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi mezunu olduğum için sınavsız da atanabiliyorduk. Ancak ben düşünmüyordum. Arkadaşlarımın ısrarı ile koşullarım uyduğu için müracaatta bulundum. Ankara da yapılan sınava, 60-70 kişilik iki şubede emsallerimle birlikte girdim. Sınav sonuçları açıklandığında benimde ismimin bulunduğu 12 aday sınavı kazanmıştık. Bilahare Ankara’ya tekrar mülakata çağrıldım. Eğitimimizde siyasetin egemen olduğunu bildiğim için mülakata gitmek istemedim. Ancak il Milli Eğitimdeki bazı yönetici, müfettiş ve mesai arkadaşlarımın “ 15 kadro açılmış 12 kişi kazanmışsınız. Kesinlikle hepinizi almak zorundalar “ ikna etmeleri sonucu mülakata gittim.
O yıllarda MEB. ‘ nın özel bir konumu gereği mesaiye resmi olarak 12.00 da ara verilmesine rağmen, iş takibi için 11.20-1130 saatleri ile 12.00 saatleri arasında bakanlığı gitseniz bile yöneticilerin tamamı bulunmadığı, bazı şef ve memurların da yöneticilere yaranmak için namaz kılmaya gittiği için bakanlıkta iş yaptırmanız olası değildi. Bu nedenle o dönemde bakanlığa “ Takunyacılar Grubu” egemendi.
O gün moralim çok iyiydi. Mülakat odasından ismim çağrılmış ve bana bir zarf uzatılmıştı. Odaya girdim.Girişteki masaya oturmam ve zarfı açmam söylendi.Zarfı açtım ve okumaya başladım. “ Aşağıdaki dört sorudan istediğiniz üçünü cevaplamanız istenmektedir.” yazıyordu. İlk üç soruyu okuyunca ,alanımla ilgili bildiğim sorular olması nedeni ile moralim daha da arttı. Ancak dördüncü soruyu “ Turgut Özal ile ilgili bildikleriniz. “ okuyunca tekrar moralim bozuldu. Ama istediğiniz üç soruyu cevaplayın diyorlar, bende dördüncü soruyu cevaplamam diye düşündüm.Tüm bunlar olurken komisyonun karşısındaki bir adaya, sorulan ilginç sorular daha çok ilgimi çekmişti. “ Adın, soyadın! Nerelisin,hangi okul mezunusun...Tamam gidebilirsin.” İsmimin çağrıldığını duydum. Hemen sorulara geçilmişti. Sırayla sorular soruluyor, ben anlatıyor,anlatıyordum. Her soruda yeter, deniliyor diğer soruya geçiliyordu. Sorular bitmişti ve içimden bir oh ! Çekmiştim ki komisyon üyelerinden sert bir ses “ Dördüncü soruyu cevaplamayacak mısın ? ” İstediğiniz üç soruyu cevaplamam istenmişti, cevapladım. Ancak yine de bilgi vereyim “ Malatya da doğdu, Başbakanlık Müsteşarlığı yaptı, Ana Vatan Partisi başkanı ve başbakandır.” dedim. Komisyondan oldukça tiz bir ses, “ Bu konuda başka söyleyeceklerin yok mu ? ” Ben, bu kadarını biliyorum dedim.
Herkesçe bilindiği gibi, Mülakatın asıl amacının siyasi görüşlerine uygun kişileri belirlemek ya da kazananlar önceden belirlenmiş ancak her şeyin formaliteden ibaret olduğu eleyici yapıya bir defa daha tanık olmuş ve bu sorulardan sonra kaybettiğimi anlamıştım....
Bir işe başladığımda mutlaka sonlandırmayı, konuyu önce derinliğine araştırmayı, sorgulamayı, hak aramayı, yasal çözümler üretmeyi alışkanlığa dönüştürmüş bir kişi olarak; Milli Eğitim Bakanlığımızdaki bu siyasi yapı benim elimi kolumu bağlayarak, ilk defa pes edip geri çekilmeme neden olmuştu. Sonuçlar açıklandığında kaybetmiştim. Kimi kime şikayet edecektim !..
Ancak yine de peşini bırakmayarak araştırdım. Benim gibi 3 kişi daha kaybetmişti. 12 kişilik kadroya, kazananlar dışında, Eğitim Enstitüsü mezunu ya da siyasi görüşleri doğrultusunda “Hızlandırılmış Sistem“ mezunları alınarak, Gazi Eğitim Fakültesi’nde 6 aylık kurslara alınarak, Eğitim Bilimleri alanında bilgilendirilerek, atanmışlardı. Bu alanda 4 yıl eğitim almanın ve alanda deneyimli olmanın ne önemi vardı ki !.....
Bununla da kalınmayarak, yakın gelecekte düzenin olumsuzluklarından, siyasilerin beceriksizliği, bazı kurumların yanlış uygulamaları sonucu onlara duyulan güvensizlikten; yararlanarak bu konuları kendi emellerini gerçekleştirmede malzeme yaparak, bu çarpık düzene karşı çıkan kesimlerin, ortak paydalarını kullanarak “Sizi ezilmekten, sizi işsizlikten, sizi yoksulluktan bizler kurtaracağız ” söylemleriyle... Hatta inanç, dil, ırk,giyim vb. farklılıkları, radikalliği ve muhafazakarlığı kullanarak, istismar ederek; Kırılası o dilleri ile yüce ve eşsiz insan Atatürk’e dil uzatma cesaretini gösteren bu insanlar. Atatürk’ün ülkemiz ne durumda ve koşullarda iken bu hale getirdiğini unutarak, O olmasaydı. Kimlerin torunları olacaklarını ve ne koşullarda olacaklarını unutmuş ya da hiç düşünmemiş görünüyorlar!..
Bu kişilerin süreç içinde, Atatürk’ün getirdiği çağdaş, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Cumhuriyet Yönetimini ortadan kaldırmak ve özlemleri olan yönetim şeklini getirmek için daha ilerilere gidebilecekleri, bu özlemlerine kavuşmak için her türlü yolu fırsat bulduklarında kullanacakları hiçbir zaman unutulmamalıdır!..
İşe Cumhuriyet öncesi kurum ve kuruluşları tekrar hortlatarak başlayabilirler. Bu yolla illegal olan altyapılarını yasallaştırarak, kendi görüşlerine uygun insanların sayısını arttırıp, kadrolarını kurarak; iyi ve dürüst maskelerini kullanarak, sempatizanlarının ve kendilerini meşru zeminlerde destekleyeceklerin sayısını arttırarak ve demokratik yollarla iktidara sahip olmak ya da ülkemizi bölme istemi ile tarih sahnesine çıkmayı düşünenler olabilir. Demokratik kurallara saygılı olmalıyız. Ancak tedbiri elden bırakmadan onların bu kötü emellerini gerçekleştirmelerine yasal zeminler dışında asla ve asla izin vermemeliyiz. Bu amaçla her şeyin başı ve her konuda temel olan eğitimimizde yapılacak düzenlemelere Atatürkçü Gençler olarak “ Gençliğe Hitabe “ sini bir kez daha anımsayarak, bu ileri görüşlü ve çok yönlü önderimiz gibi mücadele vermek, çağdaş düzenlemeleri gerçekleştirmek ve Atatürkçü düşünceden taviz vermemek, bize emanet ettiği Türkiye toprakları üzerinde yaşayan her bireyin, Türk Milletin bir ferdi olarak görevidir...
Ülkemizin geleceği konusunda her zaman oynanan, oynanmaya devam edilecek bu oyunların ileride, iş işten geçtiğinde üstesinden gelemeyebiliriz. Bu nedenle, tekrar Silahlı Kuvvetlerimize iş düşürmeden, O saygın Kuruma gölge düşürmeden; bu tür oyunlara sessiz kalmamız ve mücadele edebilmemiz için en kısa sürede yazdığım, “Çağdaş ve Demokratik Eğitim Sistemine “ Başlangıçta, belirtilen temel ilkeler, olmazsa olmaz bir koşulla yer alarak ; geçilmeli ve yeni nesil bu sisteme uygun yetiştirilmelidir.
Aynı oyunun devamı bir süre sonra ilköğretim ve ortaöğretimde oynandı. Ancak o yıllarda öğrenci sayısının azlığı , kırsal yörede yaşayan büyük halk kesiminin, çocuklarını ortaöğretime yollayamaması ve ülkemizde tarım toplumuna ihtiyaç bulunması; eğitim sistemlerinde bugünkü gibi sorunlar çıkmasını önlediği için onlara avantajlar sağlamıştı. O yıllarda, günümüzde ortaöğretime yönelen öğrenci sayısı ile Yüksek öğretim Programları arasında bu kadar derin uçurum ve istihdam sorunlarının bulunmaması nedeniyle, bu günkü kadar ağırlıklı sorunlar yaşanmamıştı...
Yine o yıllarda arz, talep dengesini yapay olarak karşılıyordu. Lise mezunu olan gençler lise mezunu olmanın avantajlarını kullanarak hemen hayata atılıyorlardı. (Devlet memurluğu, özel bankalarda memurluk, öğretmenlik, sağlık memurluğu, hemşirelik, polislik, astsubaylık vb. bir çok meslek, lise mezunu olan kişilerden istihdam ediyordu.) Yüksek öğretim yapmak isteyen öğrenci sayısının azlığı ya da bir sonraki yıl hedeflediği programa, biraz daha çalışıp, sınavı kazanarak;üniversitelere geçişini kolaylaştırılıyordu. Kısaca, arz talebi, o günkü koşulların gereği karşılıyordu.
Oysa günümüzde üniversite kontenjanları ile öğrencilerin büyük bölümünü oluşturan genel liseler, not ortalaması ve sınavla seçilip alınan liselerden mezun olan öğrenci sayısı arasında çok korkunç bir uçurum yani dengesizlik bulunmakta; bu çarpık yapının eleyiciliği zorunlu hale getirmekle,çözümleneceği,yanılgısından,kaynaklanmaktadır.
Bu gerçeklik sonucu ülkemizde, öncelikli olarak eğitimde söz sahibi olması gereken kesimlerin başında gelen öğrenciler en büyük sıkıntıları çekmişlerdir...
Öğrencilerin, yönlendirildiği programlarla ilgili bilgiye ulaşırken;
Yıllarca bu sorunların çözümü için bir takım önlemler alınmaya kalkışılmış bazı çabalar gösterilmeye çalışılmışsa da her defasında siyasi engellerle karşılaşılmış ve bu çabalar desteklenmeyerek, basılı materyaller olarak kalmış, uygulanması engellenmiştir.
Bu gerçeklik sonucu, 1993 yılında dönemin Müsteşarları bu konuyu gündeme getirmiş ise de , bu konuyla ilgili bir düzenlemeyi uygulamaya koymuş ; ancak destekleyici yaklaşımlarla ortaya çıkan sorunlara çözüm üretilmesi yerine sorunları çözmeye kalkışılmadan sorunun birer parçası haline gelen yöneticiler. Kolaycı yolu seçerek alt yapı sorunlarını, ( Boş zamanların değerlendirileceği mekanlar, öğrenci, derslik, öğretmen vb. koşullar ) bahane edilerek, başlangıçta kabul edip, istedikleri sisteme daha sonra karşı çıkıp sistemin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirmişlerdir.
Ülkemizde kredili Ders Geçme Sistemi denilen, bireysel ayrıcalıkları tam anlamı ile değilse de kısmen dikkate alan, diğer değişle eğitimde, bireysel eğitimin ve çağımızın koşullarını kısmen de olsa, ilk defa ön plana alan , öğrenci merkezli bir sistemi uygulamaya konulmuştur. Bu eğitim sisteminin yapısı ve bazı özellikleri kendi düşüncelerim ile örtüşmektedir. Ayrıca bir eğitimci olarak ve her zaman düşüncelerini rehber edindiğim bu insan, sistemin mimarı Prof. Dr. Nihat Bilgen beydi.(O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı yapan, Avni Akyol’ un Müsteşarı. )
Nihat Bilgen Bey ‘i Kredili Ders Geçme Sisteminin hep babası olarak kabul etmişimdir. Ülkemize bu katkısından dolayı hep minnetle ve şükranla anacağım ender şahsiyetlerden biridir. O Eski MEB’ dan Hasan Ali Yücel ve Yakın çağımızda Mustafa Üstün dağ, Avni Akyol ‘dan bugüne, ülkemiz gerçekleri ve dünya gerçekleri ile örtüşen, eğitim sistemimizdeki gelişmeler ve düzenlemeler ile çağdaş bir yapılanmaya gitmişlerdir. Bu dönemlerde hem kişilik ve karakter sahibi , hem de topluma yararlı üretken bireylerin ve yetiştirilmesinin yolu açılmıştır.Hem de Kredili Ders Geçme Sistemi bireysel ayrıcalıkları önemseyen yapısı ile çağdaş eğitimin ilkleri arasında yerini almıştır. Ama unutulan bir şey vardı. Bu çağdaş eğitim sistemi, maddi ve siyasi çıkar hesabı içinde olanların,oluşturmak istedikleri ve ideallerindeki Türkiye Düzeninin oluşturulmasındaki planlarını bozacaktı. Yeni sistemde, çağdaş, demokrat ve kişilik sahibi olarak yetişecek gelecek kuşaklar; çok yakın bir gelecekte kendi sonlarını hazırlayacak ham maddeler olduğunu, çok iyi biliyorlardı. Bu amaçla milli eğitimimizde, merkez örgütlerinden, taşra örgütlerine kadar; bürokrasi bilinçli olarak, yıllarca kendilerinin çıkarlarını koruyacak, verilen emirleri ve istekleri mevki,siyasi ve maddi çıkar hesapları ile düşünmeye bile gereksinim duymadan; körü körüne uygulayacak yapıdaki kişilerin idari ve yönetim görevlerine getirilmesi sürekli hedeflenip, gerçekleştirilmiştir. Bu hedefle, kendilerinin siyasi ve maddi çıkar ilişkilerini her şeyin üzerinde gören;siyasi çıkar hesapları içinde olan ya da Mark, Dolar ile müdürlüklerin parsellendiği; taşra birimlerinden merkez teşkilatındaki birimlere kadar niteliksiz kişiler idari görevlere getirilip,demokrat ve nitelikli, iş bilir kişiler tasfiye edilerek bozuk ve çarpık bir yapı oluşturulmaya başlandı.Artık yapılacak tek şey kalmıştı. Bu sistem uygulamadan kaldırılmalıydı. Bu dönem bir rekora daha imza atarak,Türk Eğitiminde en çok soruşturma yapılan bir dönem olarak yerini almıştır.
Yakın geleceğimizin eğitimine ışık tutması bakımından, ülkemizde 1992-93 Eğitim-öğretim yılında uygulamaya geçilen “Kredili Ders Geçme Sisteminden” söz etmek istiyorum. Bu sistemin uygulanması için TV programlarından veli görüşlerine, ildeki komisyonlarda aktif görevler alıp, 15. Eğitim Şurası üyesi olarak, ilimizdeki ve Adana’daki
Bölge Toplantılarına katıldım. Bu sistemin bugüne kadar uygulanan eğitim sistemleri içerikte en çağdaş, en demokratik olması hatta öğrenci merkezli olması nedeni ile savunuculuğunu yapmakla kalmadım. Bulunduğum lise şartlarında yetki ve sorumluluklarım dahilinde, okul yöneticileri ve özellikle özverili öğretmen arkadaşlarımdan sürekli destek alarak: ekip çalışması anlayışı ile bu sistemin en iyi şekilde uygulanması için çabalar gösterdik.Bu sistemin okulumuzda en iyi şekilde uygulamaya çalışılması sonucu, o yıllarda öğrencileri sağlıklı bir eğitim aldılar. “Bu satırları yazdığım sıralarda ülkemizde uygulanan eğitim sistemi”
Kendi bireysel ayrıcalıklarına yani yeteneklerine uygun programları, dersleri ve öğretmenleri seçerek, bu programlarla ilişkili almış oldukları derslerde başarılı oldular. Elde ettikleri başarı ile orantılı üst öğrenime geçişler yaptılar. Her ne kadar zorunlu derslerde güçlükler yaşandı başarısızlıklar sorun yarattı ise de seçmeli derslerde kendi bireysel ayrıcalıklarına uygun seçmeli dersleri seçtikleri için başarılı oldular. ‘Çağdaş Yönlendirici Eğitim Sisteminde ‘ belirttiğim gibi ilgileri, yetenekleri, değerleri ve başarı durumları vb. bireysel ayrıcalıklarının tümünü dikkate alarak, belirlenen bu özelliklerine uygun alanları ve dersleri isteklerine uygun seçmelerine olanak tanınan bir yönlendirme yapılaması ve bazı liselerde az sayıda kredi verilerek bazı olumsuzluklar dışında; öğrencilerin isteğine uygun dersleri ve öğretmenleri seçmelerine olanak tanındığı için ilk yıllarda değilse de bir sonraki yıllarda ‘Ders Geçme ve Kredi Sistemi ‘ mezunu öğrenciler üst öğrenime girişte ya da yaşamlarında başarılı ve sağlıklı bireyler olarak toplumda yer aldılar.
Bu kazanımlar dışında hiçbir öğrencinin kişiliği her hangi bir yara almadı ve eğitimin temel amaçlarından birisi olan sağlıklı kişilik sahibi bireylerin yetişmesine zemin hazırladı. Başlangıçta bu sisteme, ağırlıklı yöneticiler, kısmen öğretmenler karşı çıktılar. Fakat zamanla bu dirençleri kırıldı. Okuduğunuz bu eserin içeriği ile ülkemizde yıllardan beri, sırası ile ’ Klasik Sınıf Geçme Sistemi ve Kredili Ders Geçme Sistemi ‘ ve en son uygulamaya konulan ’Sınıf Geçme Sistemi’ bu üç sistemi kısaca özetleyerek;kendi görüşlerimle irdeleyerek: okuyucularımın eğitimi sistemlerimizle ilgili eski bilgilerini anımsatmaya çalışacağım. Eserin sonlarına doğru ise ülkemizin son otuz yılına damgasını vuran; üç ayrı eğitim sisteminin yapısını karşılaştıracağım. Sonuçta, bu sistemlerden hangisinin, diğerlerine göre daha çağdaş ve yararlı bir eğitim sistemi olduğu konusundaki kıyaslamayı ve takdir hakkını siz değerli eğitimcilerimize ve okurlarıma bırakacağım...
“Kredili Ders Geçme Dizgecinde” ( Sisteminde) , öğrencilere ortak kültür ve ilerde alanlara geçişte kaynaklık etmek amacı ile getirilen ortak dersleri almaları zorunlu tutulu yordu. Ancak bu derslerde yeteneksizlikten dolayı başarısız olduğunda tekrar almaları. Tekrar sonucu başarısızlık durumunda kredilerini Seçmeli Derslerle tamamlamaları ve mezuniyet için gerekli krediyi tamamladığında yeteneklerine uygun dersleri başarıp, mezuniyet için gerekli krediyi tamamlayarak, Lise Diploması almaya hak kazanıyorlardı. Öğrencinin teki kaybı, bir dersin kredisini başarmadan alamamasıydı. Bu bile kayıp sayılmazdı çünkü temel bazı derslere yeteneği uygun olmasa bile zorlanmadan ikinci defa tekrarlıyor,başaramazsa bile muafiyet getiriliyordu. Öğrenciler belirli bir süre sonra, genelde lise 2.sınıftan itibaren yeteneklerine uygun olan ağırlıklı seçmeli dersleri ve ders öğretmenlerini kendileri seçerek, hem yetenekli oldukları alanlarda bilgi ve birikimlerini arttırma olanağını hem de mezuniyet için gerekli krediyi tamamlıyorlardı. Ancak öğrencilerin sağlıklı eğitim-öğretim görmesini sağlayan alt yapı eksiklikleri ve boş zamanlarını değerlendirecekleri mekanların okul ortamında olmaması ya da yetersizliği, bir çok sorunları da beraberinde getiriyordu. Bu durumdan yukarda bahsedilen çevreler, kendi oluşturdukları idari kadrolarla bu olumsuzlukları arttırma çabalarına giriştiler.
MEB’ nın Kredili Ders Geçme Sisteminin sorunlarını çözmek, uygulamada ortaya çıkan aksaklıkları ortadan kaldırmak amacı ile ilk defa katılımcı bir anlayış içindeki girişimleri 15. Eğitim Şurası ile olmuştur. Bu amaçla, illerdeki her kademedeki okullarda bizzat uygulamayı yapan öğretmen ve yöneticilerin “ Eğitimde yeniden yapılanma, sorunlar ve çözüm yolları konusunda” görüşlerini baş vurulmuş; ilçe ve illerde oluşturulan komisyonlarda alınan kararlar raporlaştırılarak, 15. Eğitim Şurasına katılacak il üyeleri belirlenmiştir. 15. Eğitim Şurası Adana Bölge toplantısında l2 ilden ve değerli eğitim ve yöneticilerin katılımı ile oluşan bu komisyonlarda günlerce süren çalışmalar, son gün görüşmeye açılmıştır. MEB. Müsteşar yardımcısının direnip, muhalif olmasına rağmen ben, bazı eğitimci arkadaşlarım, Yerel Yönetim Temsilcileri, özellikle Çukurova Üniversitesi ‘nin temsilcilerinin çabaları ile eğitimle ilgili ilimizin demokratik ve çağdaş görüşleri oylanarak, büyük çoğunlukla kabul edilmiştir. Bakanlık bürokratlarının bile şaşkınlık için de kaldığı bu sonuç hepimize gurur vermiş ve görüşlerimiz Şura kararlarında yer almıştır. Ancak illerdeki uygulamayı yapan kişilerin, ekip çalışmalarının ürünü olarak eğitimimize damgasını vuran, bu kararlar ile ilgili mutluluğumuz ve sevincimiz bir kaç saat sürmüştü. Yemek sonrası son toplantımız da Milli Eğitim Bakanı Müsteşar Yardımcısının okuduğu yazı bizde hayal kırıklığı yaratmıştı. Ama yıllarca hep böyle olmuştu, yine şaşırmamak gerekirdi. Çünkü bu siyasi yapı ortadan kaldırılmadığı sürece hep aynı hayal kırıklığını yaşayacaktık. Yine devletteki süreklilik ve devamlılık ilkesi gereği sistemdeki ( Hastanın hastalığına neden olan urun alınması, kanamanın durdurulması gerekirken, hastanın tüm vücudu ortadan kaldırılıyordu.) olumsuzlukların düzeltilmesi yerine sistemin kaldırılması tercih ediliyordu. Yani sistem yine siyasi çıkarlara kurban ediliyordu...
“15. Eğitim Şurasının değerli üyeleri, MEB.’ dan gelen bir faksı okuyorum. Önümüzdeki eğitim-öğretim yılında Sınıf Geçme Sistemi denilen yeni bir sistem uygulamaya konulacaktır.Bu sistemin örneği ekte sunulmuştur. Şura üyelerince incelenip, önerilerin raporlaştırılıp, bakanlığımıza acilen gönderilmesi gerekmektedir.”
Yine olanlar olmuştu. 15. Eğitim Şurasının, aylardır “Kredili Ders Geçme Sistemi ve Eğitimde Yeniden Yapılanmalar “ taşra dahil tüm eğitim kademelerince ve illerde oluşturulan komisyonlarca görüşülüp, uygulamacılarca çözüm yolları önerilip, üretilen ve sistemdeki olumsuzluklar, Şura Bölge toplantısında görüşüldüğünün ve karar bağlandığı günün son saatlerinde; henüz çalışma sonuçları yetkililerce incelenme ve değerlendirilme gereksinimi duyulmadan, bir anda kendilerince planlanıp, gerçekleştirilin bütün bu çalışmalardan habersizmiş gibi davranılarak, getirdikleri gibi çok acele alınan bir kararla, alt yapı sorunları çıkan ve çözümlenebilecek sorunları olan, çağdaş bir sistem bir kenara yine acelecilikle itilerek, bu sistemin daha gerisinde olan bir sisteme sanki alt yapısı hazırmış gibi acele ile geçiş kararı alınmıştır. Yine yapacaklarını yapmışlardı...
Bu gerçeklik sonucu ülkemizde, öncelikli olarak eğitimde söz sahibi olması gereken kimselerin başında gelen öğretmen, öğrenciler ( Eğitim sistemlerinin olmazsa olmazı üç sac ayağı öğretmen, öğrenci,veli.) öncelikli olarak sürekli büyük sıkıntılar çekmişlerdir.
Bilineceği gibi, öğrenci ”öğrenen kişidir” dolayısıyla kendi öğreniminden kendisinin sorumlu olması gerekir. Bu sorumluluğu kazanması için neleri ne kadar, nasıl ne derecede öğreneceğini de bilmesi, kendisinin uygulamayı yaptığı eğitimde sorumluluk yüklenmesi ve kendisinin de görüşlerinin alınması; önemli bir koşul olmalıdır. Yani eğitimin bizzat içinde yer alması kendinin nasıl eğitilmesi gerektiğinden belirli ölçüde katılımcılık ilkesine uygun bizzat kendisinin eğitimde söz sahibi ve belirleyici unsurlardan biri olması; önemli bir koşul olmalıdır.
Öğrenciler dışında eğitimde söz sahibi olması gereken kesimlerden, birinci derecede eğitimciler (Sınıf öğretmeni, branş öğretmeni, rehber öğretmen,her düzeyde eğitimci, ilköğretim müfettişleri ,idareciler, yöneticiler, öğretim üyeleri vb...) eğitim sisteminden söz sahibi olması gerekirken; eğitim sistemleri sürekli olarak masa başında alınan kararlar, yapılan düzenlemeler doğrultusunda sistemlerin uygulanması kararlaştırılmış, bazı sistemlerin denenmesi sonucu ortaya çıkan sorunlar ilgililere bilindiği halde siyasi ve politik nedenlerden dolayı bu sorunlar düzeltilmeden eğitim sistemlerinin uygulanmasına geçilmiştir. Bu nedenle her eğitim sisteminin uygulanmasında sorunlar yaşanmış bazen uygulama ile teori örtüşmemiş ve bu durum eğitimimizde büyük sorunlara yol açmıştır. Bu sorunların çözümüne yönelik, uygulayıcıların,öğrencilerin görüşleri doğrultusunda bazen düzenlemeler yapılmıştır. (Genelgeler, yönetmelik ve tüzük değişiklikleri vb... Yayımlanarak yürürlüğe konulmuştur.) Ancak köklü bir düzenleme hiçbir zaman yapılmamıştır.
Yapılan düzenlemeler ise, çoğu zaman göstermelik olarak yapılmış ve genelde yapılmış olmak için yapıldıklarından; yazılı metinler olarak kalmıştır. Sürekli uygulanmak istense bile, çıkan sorunlar ve engellemelerle uygulama olanağı bulunamamıştır. Bireysel ve cesur çabalarla gerçekleşinceye kadar, eğitimimiz derin ve tamiri olanaksız yaralar almıştır. Bu yaralanmalardan en çok eğitimde söz sahibi olan ve bizzat eğitimin işlevini yürüten eğitim uygulayıcıları,( Her kademedeki eğitimciler ve yöneticiler) en büyük payı almışlar, yıpranmışlar, sürülmüşler, kıyımlara uğramışlardır. Süreç içinde prestijleri sarsılarak, tüm bu olumsuzlukların sorumlusu olarak lanse edilmişlerdir. Toplumun kendilerine bakış açısı dolaylı olarak değişmiştir. Konuyu öğrenci boyutu ile ele aldığımızda ortaya çıkan olumsuzluklar daha da üzücü boyutlardadır...
Tüm bu olumlu koşullara rağmen uygulamada bazı sorunlar çıkması doğaldır . En iyi sistemlerde bile ülkenin, bölgenin, ilin ve yakın çevrenin koşullarına uygun, katılımcılık esası ile bizzat eğitim sisteminin uygulayıcısı konumunda bulunması , eşgüdüm ve ekip çalışması anlayışı ile eğitilen ve eğiten kesimin işbirliği ile çağdaş düzenlemeler yapılma gereksinimi her yerde , her zaman mutlaka gerekecektir. Sorun çıkma olasılığı başlangıçta çok düşük olsa bile ülkelerin,bölgelerin,illerin hatta semtlerin özelliklerine göre farklı ,farklı sorun çıkması olasıdır. Bu durum doğal karşılanmak zorunluluğundadır. Bu kişiler kendilerini şöyle savunacaklardır.” Bunlar hep hayali ve uygulaması güç olan uygulansa bile sonuç alınamayacak, çok ideal görüşlerdir. Bunun uygulanması zordur diye karşı çıkacaklardır. Oysa, bu karşı çıkışlar ya çıkarlarının elden gitmesi korkusundan kaynaklanan ya da yeniliklere direnmenin sonucu olduğuna inanmaktayım. Oysa bu onların çırpınışları olacaktır.
Bir sistem tüm koşulları dikkate aldığı ve bizzat eğitimde söz sahibi olanlarca, ilin, yörenin, ülkenin ve dünyanın koşulları ve ihtiyaçları dikkate alınarak hazırlandığı, öğrencilerin bireysel ayrıcalıklarına uygun programlarda yetenekleri oranında, belirlenen kontenjanlarda , çağdaş yöntem ve araç gereçler hizmetlerine sunularak yetiştirilmeleri. Her zaman her yerde, her koşulda, her mekanda kendilerini istedikleri kadar eğitim olanaklarından yararlanmaları. Mezun oldukları program doğrultusunda istihdam edilerek, sağlıklı, üretken ve mutlu bir birey olarak topluma kazandırılmasının; zorluğu ve güçlüğü nedir. Doğrusu bir türlü anlayamıyorum...
Yazdığım bu eğitim sistemini ‘Ütopya’ olarak görenler. Çağdaş ülkelerin gelişmiş eğitim sistemlerinden yararlanma adına uygulanan ülkelerde bile sorun çıkmış, uygulamadan kaldırılmış, bu ısmarlama sistemleri ülkemize yıllarca transfer ederek ülkemizin koşullarına uydurmaya çaba göstermişlerdir. Bunu da sözde bilim adına Avrupa ülkelerine uyum adına yapmışlardır. Sanki ülkemizde çok değerli eğitimciler ve akademisyenler yetişmiyormuş ya !.. Bu insanlar ülkemizi ileriye götürecek, kalkındırıp, geliştirecek, çağdaş bir sistem oluşturma uğruna bir şey yapmadıkları gibi , geliştirilen çağdaş sistemlere, bu konudaki önerilere, düşüncelere ve projelere hiçbir zaman sıcak bakma gereği ve inceliğini bile gösterme cesaretine bulunamamışlardır!..
Halil TÜRKMEN Psikolog-Danışman Rehber Öğretmen DEVAMI iÇiN TIKLAYIN
YASAL UYARI : Tüm Hakları Kitabın Yazarı Halil TÜRKMEN 'e aittir.
<